Fes, tepesi düz, genellikle al, püsküllü, silindirik başlık. İsmini başlıca üretim merkezi olan Fas’ın Fes şehrinden alır. Başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere birçok Müslüman ülkede kullanılagelmiştir. Yaygın olarak kullanılan al rengini kızılcık boyasından alır. Bununla birlikte hemen hemen her renkte ve desende fes üretilmektedir.
Fes, kalıplı ve kalıpsız olmak üzere iki çeşittir. Kalıplı olan çeşidinde üzerinde yana sarkan siyah ibrişimden yapılmış püskülleri bulunur. Fesin Osmanlı Devletin resmi olarak ilk kullanımı II. Mahmut zamanında 1827-1828 arasında olmuştur. Asker dışında devlet memurların, ilim adamların ve hatta esnafların dahi fes giymeleri istenmiştir. Fesler kullanıldığı döneme göre Aziziye, Hamidiye, Mecidiye isimleri almıştır. Atatürk döneminde Şapka İnkılâbı ile (1925) tarihinde fes giyimi yasaklanmıştır.
Fesin Tarihçesi
1827-1925 yılları arasında yaklaşık 100 yıl kullanılmış olan fes, başlı başına bir sanayi ürünü olarak Osmanlı döneminin önemli bir sorununu temsil etmiş gibidir.
16.Yüzyıl’da Cezayir’in Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine girmesi ile ve burada çok güçlü bir deniz akıncıları teşkilatı kurulunca Cezayir Korsanları fes giymeye başlamışlardı. Bu kırmızı fesler bir süre sonra onların ‘alametifarikaları’ oldu.
17.Yüzyılda Evliya Çelebi’nin yazılarından Osmanlı donanmasının gedikli bahriyelerinin de fes giydikleri anlaşılmaktadır; “Kasımpaşa halkının bir kısmı gemicilerdir ki, cümlesi Cezayirli elbisesi giyip kırmızı fes üzerine ‘kafesi destar’, ve arkalarına ‘burma’, demir koparan, karput, günagün dolamalar ve bellerinde çatal pala bıçaklar ve ayaklarında tomaklar ve bazıları baldırıçıplak serandaz cundabaz gazilerdir.”
Aslında daha 16. Yüzyıl’da fesin kadınlar arasında kısmen kullanılmakta olduğu da anlaşılıyor. Nitekim Müslüman kadının günlük ev hayatında tepelikler, inci elmasla bezenmiş, altın tellerle işlenmiş fesler kullanılmıştır. Ama asıl büyük değişim 1826 yılında olmuştur. II.Sultan Mahmut, Yeniçeri ocağını kanlı bir çatışma ile kaldırdıktan sonra, yeniçeriliğin eski görüntüsünü de bütünüyle yok etmek için kökten bir giyim değişikliğini başlatmıştır.
‘Asakir-i Mansure-i Muhammediye’ adı ile yeni kurulan orduda askere setre pantolon giydirilmiş ama baş için yeniçeriler tarafından hiç kullanılmamış uygun bir şey bulunamayınca ‘şubara’ kullanılmaya başlanmıştı.
Dönemin ünlü vezirlerinden Mehmet Hüsrev Paşa, 1826 yılında kaptan paşaydı ve donanma ile birlikte Akdeniz’deki Türk denizcilerini Avrupa devletlerinin donanmalarında olduğu gibi çok sıkı eğitimden geçirmiş olarak 1827 yılında İstanbul’a dönerken, Tunus’tan aldığı fesleri de giydirmiştir.
İstanbul’a gelince, bu fesli ve eğitilmiş denizcileri Padişahın bir cuma namazı alayına çıkarmıştı. Bu iyi eğitilmiş askerin genel görünümü çok ilgi çekince, II. Sultan Murat, fesin kara askerinde de kullanılmasını kabul etmişti.
Kara askerinin deniz askerinden ayırt edilmesi için Asakir-i Mansure feslerine eğri bir sarık sardırılmıştır. Ve genel bir nizamname yapılmıştır. Bütün devlet memurlarının ve ulema efendilerinin de fes giymesi için yeni bir kıyafet nizamnamesi hazırlanmıştır. Bu nizamnamede memurların askerden ayırt edilmesi için feslerine hiçbir şey sarmamaları, yani ‘Daifes’ giymeleri belirtilmiştir. Yalnız ulema efendiler için, fesin çevresine beyaz bir tülbent sarmaları imtiyazı verilmiştir. İşte bu yeni moda hızla yayılmış ve özellikle gençler arasında çok popüler olmuştur.
Aslına bakılırsa giyimde yapılan bu önemli yenilik, hem tutucu kesimde, hem de yeniçerilik geleneklerine bağlı kalabalık esnaf kitlesinde reaksiyonlar yaratmıştır. Çoğu kimse ‘Daifes’ giymek istememiştir. Bunun üzerine asker feslerindeki sarıklar kaldırılmak zorunda kalınmıştır. Fes giyen esnaf takımının da feslerine ‘yemeni’, ‘çenber’, ‘agabani’, ‘yazma tülbent’ gibi şeyler sarmalarına izin verilmiştir. Bütün bunlardan sonra fes kullanımı halk arasında kabul görüp yaygınlaşmaya başlamıştır. Kısacası fes artık kibar ve rical’den ayak takımına kadar herkesin başında görülmeye başlanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda kullanıldığı uzun süre boyunca fesin biçiminde daima değişiklikler olmuştur. II. Sultan Mahmut dönemindeki büyük ve yüksek fesler ‘Mahmudiye Kalıbı’ olarak tanımlanmıştır ve mavi ipek püskül kullanılmıştır. Abdülmecid döneminde fes küçülmüş ve son dönemlerdeki biçimine yaklaşmıştır. Abdülaziz, kendine uygun ‘Aziziye’ kalıbı geliştirmiş, Abdülhamit ise daha dik bir fes giymiştir.
Fes üzerinde yapılan bu değişiklikler genellikle fes tablasının alçalıp yükselmesi ya da büyüyüp küçülmesi şeklinde gerçekleştirilmekteydi. Fes, aslında kırmızı olmakla birlikte, kırmızının birçok tonu kullanılmış ve bu renk sistemi de bir anlamda ifade sistemi olarak kullanılmıştır. Feslerde kırmızı, ‘Hunnabi’, orta renk al, narçiçeği, vişneçürüğü, üvez, siyah renkler kullanılmıştır.
Fes üzerine sarık, tülbent, agabani, şal, çember, yemeni sarılarak çeşitli statüler elde edilmiştir. Kulakları örten fese babayani, kel örten, ayıp kapayan, ıslanıp büzülmüşe limon kabuğu, sıfır numara kalıba çekilmişine, saksı dibi, Abdülhamit döneminde narçiçeği kırmızısı feslere de hafiye fesi gibi isimler takılmıştır.
Teknik yönden fes yapımı şöyledir; yünden, önce torba gibi dokunmaktadır. Boyama, dink ve zamk işlemlerinden sonra küçülüp külah biçimini alan fesler sonra da kalıplanarak son biçimine dönüştürülmektedir.
Fesin Püskülü Sorunu
Osmanlı İmparatorluğu’nda fesin resmi başlık olarak kullanımıyla birlikte birçok sorun da ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunların başında da püskül sorunu geliyordu. Askerin, memurların ve halkın feslerine taktıkları püsküller, bükülmemiş tel ipekten yapılmaktaydı. Her an dağılan bu püskülleri düz tutmak bir sorun halini almış, hatta sokaklarda ‘püskül tarayıcıları’ oluşmuştu. Kadınlar da tablalı fesler üzerine, taranmış ipek püsküller takmaktaydı ve bunların düzgün durması hiç de kolay değildi. Kısacası feslerin üzerindeki püsküller özellikle asker, işçi gibi kesim için tam anlamıyla ‘püsküllü bela’ olmaya başlamıştı. 1845 yılında bir ‘nizamname’ yapılarak subay ve er için ayrı ayrı gösterilen dirhemler miktarı kadar örme (bükülmüş) püskül takmaları sağlanmıştır.
Ayrıca feslerin tepesine ‘Ferahi’ adı ile madenden yapılmış alametler koymaları, fes giyen diğer kimselerin de ‘tel ipekli’ püskül yerine ‘örme püskül’ kullanmaları kuralları getirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda kullanılmaya başlanan fes ve püskül, zaman içinde, bir tür iletişim sistemi durumuna dönüşmeye başlamıştır. Örneğin Ege adalarında, feslere çoğunlukla uzunca bir kordonla mavi ipekten bir top püskül takılmaktaydı. Bu püskül omuzlara düştüğü için ‘omuz döven’ olarak isimlendirilmişti. Mavi ipekten yapılan bütün püsküllere ‘Tunus Püskülü’ denilmekteydi.
Osmanlı Dönemi’nde fesin kullanımıyla birlikte, giyimde önemli rolü olan bu yeni ürünün çevresinde gelişen birçok tasarım ortaya çıkmıştır. Gerek fesin dik durması, gerekse püskül gibi eklentiler zaman içinde hep sorun olmuş ve her defasında yeniden düzenlemeler yapmak gerekmiştir. Feslerdeki püsküller fesin üst tablasının ortasındaki bir ibiğe geçirilip bağlanır ve tablanın kenarından fesin çevresine dağılırdı. Ama en ufak rüzgarda dağılan tel püsküller birbirine dolaşmaktaydı. Bunu önlemek için ‘ferahi’ denilen çözüm uygulandı. Püskül fes tablası üzerine düzenle yayılıp üstüne de bir pirinç levha ile bastırıp dikilince sorun çözümlenmiş oldu. Çünkü artık basit bir tarakla, püskül kolayca düzeltilebiliyordu.
Püskülün dağılmasını önlemek için buna benzer birçok çözüm geliştirilmişti. Burma top püskül geliştirilince ferahiye gerek kalmadı. Ama bu sefer de fesin düzgün durma sorunu çıktı. Fesin sık sık kalıplanması gerekiyordu. Özellikle askerin, fesini kalıplatması zor olduğu için ferahi kullanılmaya devam edildi. Nitekim 1908 yılından Meşrutiyet’e kadar askere beylik bir fesle birlikte bir de ferahi verilmeye devam etmiştir.
1925’de kanunla yasaklanıncaya kadar, özellikle gençler arasında eğri olarak giyilmiştir. Çalımlı delikanlılar feslerini daima bir kaş üzerine, çoğunlukla da sağ kaş üzerine eğik olarak takmışlardı.